Sofra Zevkinin Adil Dönüşümü Üzerine

Bugünler elbette geçecek ve biz hayatımıza kaldığımız yerden olmasa da yeni deneyimlerle devam edeceğiz. İşte bu yüzden gelin geleceğe hazırlanalım: Bu yazımızda yemek kültürümüzü sosyolojik açıdan değerlendirmek üzere bir uzman görüşü aldık.

Yemek zevki altın çağını yaşıyor. Evde, sokakta, AVM’de, televizyon programlarında, internette, parkta, hastanede, her yerde yemek var. Her an yemeği konuşuyoruz. Restoranlar kadar şefler de ünlü. Çoğumuz “falanca şefin şu yemeğini” mutlaka tatmak için onlarca kilometre yol aşmayı göze alıyoruz.

Bununla birlikte, yeme zevkimizi okşamayı pek de öncelemediğimiz, “yoğun iş temposunda” öğlen molalarında akın ettiğimiz sayısız restoran da var. Ya da akşam eve yorgun döndüğümüzde telefonun, internet bağlantısının diğer ucunda bekleyen çeşit çeşit yiyecek var.

Yemek hem sosyal statümüzü göstermemize yarayan bir araç hem de toplumsal örgütlenmenin bileşenlerinin iyiden iyiye görünmezleştiği bir alan oldu.

Oysa birkaç on yıldır çevreci ve sosyal sorumluluk sahibi sivil toplum örgütleri, iklim bilimciler ve sosyal bilimciler bazı sorular sormakta:

“Şu anda bu yediğim şey nedir? Onu kimler üretti? Onu üretenler, dağıtanlar hangi koşullarda yaşamakta? Yediğim bu şeyin fatura bedeli bir yana, doğaya ve topluma gerçek maliyeti nedir?”

Küresel iklim krizinin görmezden gelindiği gibi bu sorular da uzun zaman görmezden gelindi. Dar çevrelere, belirli ekonomik sınıflara hapsoldu bu tartışmalar, kaygılar…

Bugünse yarının puslar içinde kaldığı bir devrin başındayız. Küresel bir salgın, “normal” dediğimiz eskinin adaletlice tartışmaya açılması gerektiğini önümüze koydu. Alışkanlıklarımızı, düşünmeden yaptığımız seçimleri sürdürmemiz ne kadar mümkün ya da makul olacak?

Önümüzdeki süreçte oluşacak yeni koşullara tüketicinin bir kısmı korkuyla bakacak şüphesiz. Bir kısmı ise “ne yapmak gerek” diye soracak. Bu “ne yapmalı” sorusunun yanıtını devlet sistemlerinin örgütlemesi beklenebilir. Ancak çözümlere bazen tüketiciler ve üreticiler de öncü olabilir.

Artık “en ucuz, en çok, en kârlı” olanı değil; adil, temiz ve yerel olanı talep etmek bir gerekliliğe dönüşmekte. Yerel üretimi desteklemek, hızlı ve “tüm dünyadaki gibi” olan yerine, hem tüketeni hem üreteni adilce besleyen yöntemleri seçmemiz gerek.

Üretenle tüketen arasındaki önemli köprülerden biri de şüphesiz, şehirlerimizdeki büyük küçük restoranların emektarları… İşletmecisinden komisine, tüm sektör, hem kendi sağlıklarının hem de konukların sağlıklarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu deneyimlemekte. Gelecek için atılacak adımları düşünmenin, organize olmanın tam zamanı…

“Müşteri böyle istiyor” devri değişiyor. Keza müşteri de değişiyor, değişecek. Hatta onları da değiştirme görevi işletmecilere düşecek. Dekorasyonun, makyajın, şatafatın detayında masraflara boğulmak yerine tedarik zinciri en kısa olan, yereli destekleyen, çiftçiyi destekleyen işletmelerin toplumsal dönüşümde öncü olabileceğini düşünüyorum.

Bu tavrı bir mutfak tarzı olarak uzun yıllardır sürdüren fakat “lüks tüketim” statüsünde kısıtlı kalan işletmeler, belki bu dönemde tüm sektörün “temiz, adil ve yerel” olan ürünlere/üreticilere yönelik stratejileri sürdürülebilir biçimde geliştirmesine rehberlik edebilirler. Rekabetin, topyekûn kuvvetli bir sektörde daha tatlı olmayacağını kim iddia edebilir?

Şehirlerde birbirimize selam vermeyi unuttuğumuz “dün”den bugüne “karantina”larda uyandık. Zorlu süreçleri birbirimize destek olarak aşabileceğimizi hatırlıyoruz yeniden. Üretici, tüketici, dağıtıcı; besin sisteminin her neresindeysek, güvenli bir geleceğe de doğru adımları ancak birlikte atarsak ulaşabiliriz. Tohumu serpenden, bulaşıkları temizleyene, hep beraber, yeniden adil sofralar etrafında toplanmak üzere…

Banu Bingör
Sosyolog

17 / 05 / 2020
Sofra Zevkinin Adil Dönüşümü Üzerine